Bizim Kasaba

'İnsan, cahili olduğu şeyin düşmanıdır'

AKP propagandası ve kitlelerin algısı - Cihan Soylu

Evrensel - 06.10.2011

Herhangi burjuva- kapitalist hükümet, kitlelerle ilişkilerinde, başlıca olarak devlet erki-aygıtından, hakim toplumsal ilişkilerden ve bu egemen ilişkilerin ürünü görüşlerden/düşüncelerden (Topluma hakim olan düşünceler) yararlanır. Yönetme ve etkileme araç ve etkenleri bunlarla sınırlı değildir. Ama bunlar en önemlilerini oluştururlar. AKP’nin bunları kullanmada başarılı olduğunu kabul etmek gerekir. O, devlet aygıtından yararlanmakla kalmadı, onu tümüyle ele geçirip, hedef ve amaçlarına en etkin tarzda hizmet edecek şekilde yeniden düzenledi. İddiası, yaptığının tüm bir toplumun ihtiyaçları için, “Toplumsal huzur ve güven için” olduğuydu! Bu iddiasını “yeni Anayasa” üzerine yarattığı beklentiyle sürdürüyor.

Kapitalist toplumsal ilişkilerin ürünü bir parti ve hükümet olarak, bu ilişkilerin yeniden üretiminin aktif bir öznesi olurken, devlet aygıtını bunun en etkin aracı olarak kullandı.  Merkezi bütçe ve “hazine” gelirlerinin tekeller ve ‘yandaş sermaye şirketleri’ yararına kullanımı, “Kamu İşletmeleri”nin bu şirketlerin ya da onların ortaklığında özel mülkiyetine geçirilmesi, sermaye yararına vergi muafiyetiyle ucuz ve faizsiz kredi olanakları, işçi-kapitalist ilişkilerinin işçi sınıfı aleyhine düzenlenmesi, sosyal hakları budama, düşük ücret ve maaş politikası, sendikal ve politik mücadelenin işçi ve emekçiler yararına yürütülmesinin baskı ve yasaklarla engellenmesi vb. bu kapsamda yer alıyor.
AKP’nin korumaya ve geliştirmeye soyunduğu toplumsal ilişkiler ise, sermayenin yeniden ve genişletilmiş üretimi süreçleri tarafından; bu üretimin gerekleri ve ihtiyaçları üzerinden şekillenen ilişkilerdir. Devlet ve kurumları, yasalar ve yönetmelikler, kitle iletişimi, okul ve dini kurumlar bu toplumsal ilişkilerin sürekli yeniden üretilerek -bu değişimin engeli değildir- sürdürülmesi esası üzerinden örgütlenmiştir.

Burjuvazi, kitlelerin yönetimi için zor aygıtlarının yanı sıra ‘rıza’ araçlarını da kullanarak sınıf hakimiyetinin kabulünü ve sürekliliğini sağlamaya çalışırken hem yasa koyucudur, hem de uygulayıcı. Onun çıkarlarına aykırı düşen gelişmeler, hareketler, düşünceler “tehlikeli ve gayrı meşru” ilan edilmiştir. “Beşikten mezara”  kitle eğitimiyle sermaye çıkarlarına uygun ve ona hizmet eden düşünceler/düşünüş şekilleri hakim toplumsal düşünceler haline getirilmiştir. Emekçileri, hakim güçler/sınıf tarafından “verildiği” kadarına razı olmaya çağıran tutucu geleneksel, milliyetçi ve kaderci düşünüş; “meşru yasa ve kurallar” bunlara eklenmiştir. AKP hükümeti, kitlelerle ilişkilerinde tüm bunları en etkili tarzda kullandı ve büyük bir kesiminden de karşılığını aldı. Kullandığı, istismarını başarıyla gerçekleştirdiği başkaca nesnel ve öznel etkenler de vardı. O, örneğin, ülke ve halkın çıkarlarına aykırı politikalarını “Türkiye’yi etkili bir bölge ve dünya devleti haline getiren”  politikalar olarak sunarken, Türkiye’nin “jeopolitik konumu” ve bölge ülkeleriyle “tarihten gelme” saydığı kültürel-dini ve diğer ilişkileriyle kapitalist toplumsal ilişkilerin sağladığı egemen toplumsal ‘algı’ ya da bilinç ve düşüncenin Türkiye emekçileri üzerindeki etkisinden azami ölçüde yararlanmasını bildi.

Türkiye gericiliğinin “emperyal emelleri”nin bayraktarlığına soyunur ve bölge ülkeleriyle ilişkilerinde, bunu emperyalist ABD ve Avrupalı büyük güçlerin politikalarıyla uyumlu bir çizgi üzerinde sürdürürken, Türkiye’nin “bölgenin etkin ve büyük gücü” propagandasının kitle ruhunda yarattığı milliyetçi teskini yüksek dozda tutarak içerdeki emekçi düşmanı politikalarını daha kolayca uygulayabileceğini biliyordu. Bunu İsrail’e “karşı” politikalarıyla Kürt sorununda en etkin tarzda kullandı.

Kuşkusuz, Türkiye, ne bir dönemler modalaştırılan tabirle bir “muz cumhuriyeti” idi ne de emperyalistlerin basit bir kuklası. Kapitalist toplumsal ilişkilerin ve tekelci sermayenin hakim olduğu ve emperyalistlerle ilişkilerini çıkarları üzerinden, ancak onlara tabi olma zorunluluğunu da bilerek şekillendiren Türk burjuvazisi ve devletinin, bölgeye yönelik kendi emelleri, buna hizmet etmek üzere geliştirdiği ve geliştirmeye çalıştığı ilişkileri ve pazar arayışı da söz konusuydu. Türkiye, Asya-Afrika halklarıyla “tarihten gelme” ilişkilerini ABD ve öteki emperyalist ülkelerle ‘pazarlık konusu’ edecek kadar da ‘kendine çalışan’ bir bölge gücüdür. İran’la ilişkilerindeki gerginliğin en önemli nedeni de, bölgede kimin daha fazla etki gücüne sahip olacağıdır. Türkiye-İran ilişkilerini gerginleştirmede çıkarları olan emperyalist ülkelerin, üzerine en fazla oynadıkları da bu “etki gücü” ve rekabettir. Türkiye gericiliği, Kafkasya’da çok yönlü entrikalara girişmekten geri durmamıştır.

NATO içindedir, ama onun Güney ve Doğu “kanadı”nın “cephe ülkesi” olarak görevli oluşunu salt “stratejik müttefiklik” sınırları içinde ele alan bir taşeron olarak davranmayı kendine layık görmediğini belli eden çıkışlardan da geri durmamaktadır. “Eş başkanlık”, Ortadoğu ve Kuzey Afrika halklarına karşı emperyalist saldırganlık ve yayılmanın taşeronu olmanın yanı sıra, “lokmadan pay alma” amacına da bağlıdır. ABD’nin taşeronluğu üstlenilmiştir, evet; ama Gazze’de, Mısır’da, Libya’da, Suriye’de girişilen entrikacılık, 200 kişilik “işveren heyeti”yle çıkılan “geziler”, Türk sermayesinin Kuzey Afrika ve Ortadoğu pazarında pay alma çabasından da bağımsız değildir.

Türk hükümeti bu ‘saha’ya yönelik faaliyeti ve politikasında, “tarihten gelme ilişkileri” kullanmakta; Arap halklarının “Siyonist düşman” olarak gördükleri İsrail’e karşı sert açıklamalarla yolunu genişletmeye çalışmaktadır. Türk inşaat ve tekstil işletmelerinin Libya başta olmak üzere söz konusu bölgede önemli yatırımları olduğu; ‘kriz öncesi’nde 20 milyar dolarlık sermaye ihracı yaptığı biliniyor. Libya’da, İtalyan sermayesinden sonra en fazla “kaybı olan” sermaye ‘grubu’ Türk sermayesi olmuştur ve T. Erdoğan hükümetinin NATO saldırısına önce “karşı çıkıp”, ardından bunu engelleme gücü olmadığını görerek, “öncü kol” görevi üstlenmeye yönelmesinde bu çıkar kaybını önleme ve pay kapma başlıca rol oynamıştır. “Anadolu’ya hapsedilemeyiz!” efelenmesine, “aktif dış politika”, “bölgenin lider ülkesi-gücü olma” propagandasına yön veren tam da bu çıkar savunusudur. Ne feodal despotlara kahyalık karşılıksızdır, ne de kapitalist emperyalizme taşeronluk komisyonsuz! Türkiye burjuvazisi ve hükümeti, çıkarlarına uygun dış ve iç politika izlemekte; gelişmelere uygun olarak ve Amerikan stratejisi alanında kalmak üzere, ‘tutum değiştirmekte!’; yeni politikalar geliştirmektedir. Buna uydurduğu ‘kılıf’ ise, değişim ve değişime ayak uydurmaktır!


Bu, son kırk yılın burjuva devlet ve hükümetleriyle uluslararası sermayenin hizmetine koşan çeşitli ‘ekol’lere bağlanmış burjuva aydınlarının en büyük “kozu”, kitlelere karşı ve sermayeye karşı mücadeleyi önlemek üzere kuşandığı silahı oldu. İşçi sınıfı ve geniş halk kitlelerinin kendi sınıf talepleri ve sınıfsal çıkarlarının bilinciyle hareket etmedeki zayıflıklarından ve kitlesel bilinç ve düşünüşün esas olarak hakim burjuva düşünce ve bilinç tarafından şekillendirilmiş olmasından beslenen, bu durumdan güç alan bu iddianın yarattığı etki ve neden inandırıcı olabildiği, makalemizin bundan sonraki bölümünün konusu olacak.

  
3159 kez okundu

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın